İnsanın kendini keşfi, evreni keşfetmek gibi, hiç bitmeyecek gizemli bir yolculuk.
Gökyüzüne baktığımızda evrenin parçalarını görüyoruz, güneşi, ayı, yıldızları, hatta bazen kayan yıldızları. Bazılarımız takım yıldızlarını hemen ayırt eder. Parlak bir gökyüzünde, Venüs’ü, Satürn’ü ve Jüpiter’i deneyimli bir göz tanıyabilir.
Kendimiz hakkında ilk bildiklerimiz, evrene ilk bakışta gördüklerimiz kadar ancak. Adımız, soyumuz, yapımız, biraz deneyim kazanınca da, mizacımız, zevklerimiz, huylarımız. Bunların daha ötesinde olanı anlayabilmek, algılayabilmek için biraz merak ama daha çok cesaret gerekli.
Davranış, duygu, ve düşüncelerimizin kaynağına inebilmek, nedenini anlayabilmek, astronomların gökyüzünü sabırla gözlemlediği gibi, kendimizi gözlemlememiz ve sorgulamamızla mümkün.
Tüm gördüğümüz galaksiler, güneşler, kara delikler, gaz bulutları, evrenin sadece yüzde beşini oluşturuyor. Geriye kalan yüzde doksan beşlik bölüm ise hakkında pek fazla bilgi bulunmayan, ancak evreni en büyük ölçüde etkileyen karanlık madde ve karanlık enerjiden oluşuyor.
Evrenin yapısına benzer şekilde, hayatımız, göremediğimiz, farkında bile olmadığımız, derinlerde, gölgede saklı duran, ışık almayan yönlerimiz tarafından şekilleniyor. Bu gölge yönleri keşfe hazır isek korkularımızın, öfkemizin, isyanımızın nedenini sorgulamakla başlayabiliriz. Verdiğimiz yanıtlar, ne kadar dürüst ve derinse, o kadar ışık görmemiş alanları aydınlatabilir ve farkındalığımızı artırabiliriz.
Astronomlar Uranüs’ün yörüngesinde sapmalar keşfetti önce, hesaplamalarla anlaşıldı ki, onu yolundan çıkaran bir komşusu vardı. Böylece Neptün keşfedildi. Bireyler arası ilişkiler de, gök cisimleri arasındakiler gibi, her zaman yeni keşiflere gebe.
Patronumuzdan, ailemize kadar sahip olduğumuz tüm ilişkiler, kendimizle yüzleşme fırsatı verir. Kendimizi keşfetmek için, tekrar eden örüntüleri, döngüleri ipucu olarak kullanabiliriz. Cesareti olanlar için, ilişkiler gölgeler diyarının kapılarını aralar.
Bazense öyle beklenmedik bir kaza gelir ki başımıza, meteor çarpması gibi. Tam bir felaket. Aniden dünyamız tersine döner. Bu da nereden çıktı deriz, ben bunu hak etmedim. Her başa gelende hayır aranmaz, düpedüz adaletsizlik diyerek isyan ederiz. Ateşler içinde yanarız.
Bu ateş kendini bilmek isteyenlere, yine hiç beklenmedik şekilde düşüncelerini, davranışlarını sorgulama fırsatı sunar. Hafızamızın karanlık köşelerine ittiğimiz anıları, en derindeki yüzleşmek istemediğimiz yönlerimizi aydınlatır. Bizi yakar, yıkar, kül eder ama cesareti olanlar, küllerinin altından Anka kuşu misali yenilenip yeniden doğar. Daha öz güvenli, daha güçlü, bilinci biraz daha genişlemiş olarak.
65 milyon yıl önce dünyamıza bir meteor çarptı. Yeryüzündeki canlıların büyük bölümü ile beraber dinozorlar yok oldu. Memeli hayvanlar ise bu yeni ortama adapte olup, yükselişe geçti. Varoluşumuzu bu çarpışmaya ve yıkıma borçluyuz diyebiliriz.
Bizim de mini meteorlarımızı, felaket olarak görmeyi bırakıp, kendimizi yeni baştan inşa ettiğimiz yapı taşlarına dönüştürebilmemiz, karanlığımızla ne kadar barıştığımıza bağlı. Kendimizi ne kadar değiştirebildiğimize, dönüştürebildiğimize, yeniye uyum sağlayabildiğimize bağlı.
Bireysel olarak edindiğimiz her bilgi, deneyim, keşif, nesilden nesille aktarılarak, sonsuzlukta yankılanıyor. Geldiğimiz dünyayı, kendimiz nasıl değişmişsek, öyle değiştirerek gidiyoruz. Deneyimlerimiz bizi kızgın, öfkeli ve isyankar yapmışsa, dünyadaki izimiz de, yankımız da ancak bu olur.
Ama kendini olduğun halinle gerçekten sevebiliyorsan, başına gelen tüm meteorlar için minnettarlık duymaya başlarsın. Seni sen yaptığı, kendini keşfetmeni sağladığı için. En büyük öğretmenin olduğu için, bin yıl geçse yüzleşmeye cesaret edemeyeceğin döngülerini önüne döktüğü için, seni karanlığından, gölgenden özgürleştirdiği için. Meteorun ateşine karşı su olursun. Su gibi uyumlu, su gibi değişken. Evrenle uyumunu hissedersin, büyüdüğünü, genişlediğini. Derin bir şükranla, berhudar olursun. Keşiflerle dolu gizemli yolculuğuna devam edersin.